Ana içeriğe atla

Mantık Tarihi: İlkel Toplumlarda Mantık ve Mantığın İnsan Zihniyle İlişkisi

MANTIK TARİHİ
İLKEL TOPLUMLARDA MANTIK VE MANTIĞIN İNSAN ZİHNİYLE İLİŞKİSİ

Mantık ve İnsan Zihni
Necdet Ersöz

Doğru düşünme ve akıl yürütme etkinliklerinin bir metodu olan mantığın bu etkinlikleri gerçekleştiren zihinle olan ilişkisi bilimsel, sosyal ve felsefî bağlamlarla çok farklı açılardan ele alınabilir ve bilhassa mantığın menşei, neliği ve yapısı probleminin, mantığı işleten zihin ekseninde nasıl ele alınabileceği, mantık çalışmalarında başlı başına bir alan teşkil etmektedir. İlkel toplumlarda mantığın gelişimine ve tarihçesine giriş yapmadan önce onun zihinle olan ilişkisi kısaca incelenmelidir. Bu konuyla ilgili detaylı bilgiler ilerleyen yazılarda mantık felsefesi, zihin felsefesi ve mantığın kaynağı problemi alanlarında ayrıca incelenecek, bu yazıda yalnızca ilkel toplumlarla başlayan mantık faaliyetlerinin anlaşılmasına yardımcı olmak adına özlü ve genel açıklamalarla yetinilecektir.
Günümüz insanı, bilimsel adlandırmasıyla Homo sapiens sapiens, yaklaşık 200000 yıl önce Afrika’da evrimleşmiş, günümüz görünümünü ve kabiliyetlerini de bu dönemden itibaren yeryüzüne yayılarak 100000-150000 yıllık süreç içerisinde kazanmıştır1. İçinde bulunduğumuz tür, şu an insan türleri arasında yaşayan tek tür olup matematiksel düşünme kabiliyeti, dik durabilme özelliği ve bunun sonucu olarak ellerini pratik kullanabilme becerisine sahiptir. Bu insan türünü, diğer primatlardan ve genel olarak hayvanlardan farklı kılan beceriler arasında irade, akıl, vicdan, hayal kurma ve varoluşun üzerinde düşünebilme gibi niteliklerin diğer canlılara nazaran fazlaca gelişmiş ve kompleks olması gösterilebilir. Ancak bu durum, insana has gibi görülen niteliklerin diğer canlılarda hiçbir surette bulunmadığı anlamına gelmemektedir.
İnsan beyni, oldukça ilgi çekici bir organ olarak benliği, kimliği ve davranışları doğrudan etkiler ve düşünme, bellek, öğrenme, bilinç, zekâ ve akıl gibi niteliklerin ortaya çıkmasını sağlar. Dolayısıyla mantık ilkelerinin insan zihniyle ilişkisini incelemek adına insan beyninin özelliklerine göz gezdirmek yararlı olacaktır.
Yeni doğmuş bir insan yavrusunun beyni ortalama 350 gramdır.2 İlerleyen yaşlarda beynin kütlesi artarak kadınlarda 1250 gram, erkeklerde 1400 gram dolaylarına gelir. Bu durum erkeklerin kadınlara karşı bir üstünlüğü olduğu anlamına gelmez; zira beyin/vücut kütle oranına baktığımızda bu oran erkeklerde yaklaşık %2’ye denk gelirken kadınlarda %2,5 civarındadır.3
Yetişkin durumda insan beyni 100 milyardan fazla sinir hücresi içermektedir4. Bu sayı yaşa, fiziki koşullara, genetiğe ve sağlığa göre değişebilmektedir. Beyindeki bu sinir hücrelerinin bağlantıları ise trilyonlarla ifade edilmektedir. Zekâ ve akıl yetileri hakkında ve genel olarak beyin hakkında bilimsel verilerimiz hâlâ yetersiz olsa da beynin birçok faaliyeti tanımlanabilmiş, beynin belirli işlerden sorumlu kısımları ayırt edilebilmiş ve bu çalışmaların bir sonucu olarak beynin esasında birbirinden bağımsız ve ayrı çalışan parçalar yığını değil, aksine bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu açıdan akıl ve mantıksal düşüncenin beyinde varlığı, beynin yalnızca bir parçasına ait bir özellik olmayıp beynin birçok kısmının ve bu kısımların fonksiyonunun sağlıklı çalışmasının bir sonucudur. Rasyonel (mantıksal) etkinlik, sağlıklı çalışan bir beyin için bir zorunluluktur. Öyleyse neden insan zihni mantıksal ilkeleri deneye ihtiyaç duymaksızın, yani a priori olarak, bilmektedir? Veya gerçekten bu ilkelerin a priori olduğundan emin miyiz? A posteriori mantık ilkeleri mümkün müdür? Aklın elde ettiği bu ilkeler onda doğuştan var mıdır? Mantık ilkelerinin a priori özelliğinin sorgulanması, mantığın kaynağı problemi çerçevesinde ele alınır. Bu noktada mantığı hangi açıdan ele alacağımız, soruya vereceğimiz yanıtta değişikliğe sebep olacağından mantığın temel ve üzerinde uzlaşılmış bir tanımını yapmakla işe başlamalıyız. Mantığı bir doğru düşünme yöntemi ya da doğru düşünmeyi kendine konu edinen bir bilim dalı olarak tanımlayabiliriz5. Mantığın sistemli bir bilim dalı olarak incelenmesi Antik Yunan’daki Sokrates-Aristo okullarının çalışmalarıyla mümkün olduğundan, burada bizim aradığımız bir bilim olarak mantık değildir. Çünkü mantıksal düşünce Antik Yunan’dan çok önce de vardır. Mantığın temel ilkelerinin zihinde varlığının incelenmesi ve kavramlar-kategoriler bağlamında değerlendirilmesi, mantık-zihin ilişkisi içinde önem arz etmektedir.
İnsan zihninde mantık ilkelerinin varlığı ve bu mantığın kaynağı, filozoflarca yüzyıllardan beri süregelen bir tartışmanın konusudur. Mantığın aksiyomatik ve sistematik bir hale geldiği MÖ. 4. Yüzyıldan çok önce de mantıksal düşüncenin kaynağının sorgulandığına dair bilgiler mevcuttur. Orta Çağda Aristo’nun etkisiyle gündeme gelen bu sorun üzerinde günümüzde de tartışmalar bilimsel-felsefî düzlemde devam etmektedir.
Türkiye’de mantığın kaynağı ve insan zihniyle ilişkisi problemini gündeme getiren, yurtdışındaki çalışmaları Türkiye’ye tanıtan ve bu çalışmaları ilerleten en önemli isim Ankara Üniversitesi’nden Necati Öner olmuştur. İlâhiyat Fakültesi’nde “Fransız Sosyoloji Okuluna Göre Mantığın Menşei Problemi” ismiyle yayımladığı çalışma, bu sorun üzerine ülkemizde yapılmış ilk önemli çalışma sayılabilir. Necati Öner 1964 yılında yayımladığı bu çalışma ile doçent olmuştur. Öner, bu çalışmasında yurtdışındaki çalışmaları ülkemize kazandırmış ve onları eleştirerek kendi araştırmalarını da literatüre eklemiştir. Öner’le birlikte sonradan birçok mantıkçı, çalışmalarında mantığın kaynağı sorununu ele almıştır. Öner’in çalışmalarına detaylı olarak daha sonraki yazılarda değineceğim.
Kavram ve kategorilerin neliği, yapısı ve kaynağı problemi, mantığın temel problemlerindendir. Kavramlar üzerine tartışmalar, mantık tarihinde “Tümeller Tartışması” adı verilen uzun süreli tartışmaları doğurmuştur. Bu konu üzerinde üç temel çözüm önerisi sunulmuştur. Kavram realistlerine göre kavramlar zihinden bağımsız olarak gerçekliği olan varlıklardır. Bu görüş Platoncu görüş olarak bilinir. Konseptüalistlere göre kavramlar ancak tekiller yardımıyla bilinebilir ve tekillerden bağımsız bir gerçeklikleri olamaz. Bu görüş Aristocu görüş olarak bilinir. Nominalistlere göre ise kavramlar ne kendi başlarına ne de tekiller vasıtasıyla bilinebilir. Onların hiçbir surette bağımsız gerçeklikleri olmayıp kavramlar birer addan ve sözden ibarettir6.
Aklın ilkelerinin kaynağı probleminde de kavram ve kategorilerde olduğu gibi farklı görüşler mevcuttur. Felsefenin klâsik tartışmalarından olan idealizm-materyalizm ve rasyonalizm-ampirizm tartışmaları, aklın ilkelerinin kaynağı konusunda belirgin şekilde ortaya çıkar. Burada da iki temel görüş söz konusudur. Aklın üç esas ilkesi bilindiği gibi özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleridir. Bu ilkeler doğuştan a priori olarak zihinde vardır diyen rasyonalistlerin yanı sıra bu ilkelerin bilgisi sonradan deneyle elde edilmiştir diyen deneyciler de vardır. Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi rasyonalistler bu ilkelerin a priori olduğunu savunup zihinde hazır bulunduğunu iddia ederken Hume ve Locke gibi deneyciler ise bu ilkelerin sonradan elde edildiğini, çünkü insan zihninin doğuştan bomboş bir levha gibi (tabula rasa) olduğunu savunmaktadırlar.
Mantık-zihin ilişkisini ve mantığın kaynağı problemini kayda geçmiş filozoflar bazında incelemek istersek Aristoteles (MÖ 384-322) ile başlamak yerinde olur. Mantığın tarihi ve felsefî sorunları her ne kadar Aristo döneminden çok daha öncesine dek gitse de mantığı dizgesel olarak inceleyen ve ona akademik-sistematik değer kazandıran filozof Antik Yunan’da Aristo olmuştur7. Aristo’ya göre zihnin kanunları ile varlığın ilkeleri bir ve aynıdır. Aristo mantığının bu özelliği, mantığa metafiziksel bir nitelik kazandırmıştır. Aristo’dan sonra gelen felsefecilerden Stoacılar, özellikle Chrysippe (MÖ 277-204), Aristo mantığını, zihin-varlık ilkelerinin birliğini eleştiriye tabi tutarak zihin kanunları-varlık kanunları birliğini çözmüş, mantığı metafiziksel yorumlardan arındırmaya çalışmışlardır8. Fakat Aristocu görüş, Stoacıların eleştirilerinden sıyrılmış, Orta Çağda asırlarca etkin olarak savunulmuş; ancak modern dönemde I. Kant (1724-1804) ile birlikte ciddi bir başarısızlığa uğratılabilmiştir.
Aristo’ya göre zihni varlıktan ayrı, bağımsız ve a priori olarak düşünemeyiz. Varlıktaki düzen, zihin ve mantıksal düşünme üzerinde etkilidir. Varlığın düzeninin kanunları, zihnin ve dolayısıyla mantığın da kanunlarını belirler. Bu şekilde düşünen zihin, varlığı bilir ve bunu varlığın kanunları ile aynı kanunlara sahip olan mantık kanunları sayesinde yapar. Varlığın gerçekliği, zihnin gerçekliğine uygundur, çünkü zihin mantık ilkelerini kullanır. Bu durum, mantık ilkelerini kullanan zihni, varlığı inceleyen bilimler için temel bir ölçüt yapmıştır9. Necati Öner bu durumu şu şekilde açıklar:
O kadar ki, Aristoteles, mantığı fizik ve metafiziği izah için metot olarak kullanıyordu. Onun mantığı, Batı ve Doğu Orta Çağında bir alet olarak telakki edilmiş ve bütün bilimsel faaliyetler için metot olarak rağbet görmüştür.10
Orta Çağda etkili olan Aristo mantığı ve onun metafiziksel-ontolojik karakteri, Aydınlanma Çağı’nda Immanuel Kant (1724-1804) tarafından eleştirilmiştir. En başta Kant, mantık ve zihin ilkelerini varlık yasaları olarak görmez; mantık, zihin ve ontolojik gerçeklik arasında böyle bir ilişki kurmaktan kaçınır. Kant’a göre mantık ilkeleri, bizi fenomenler dünyasının bilgisine, yani dış dünyanın ve genel olarak varlığın bilgisine ulaştıracak kişisel, düzenleyici ilkelerdir. Dolayısıyla her özne için geçerli zihin-mantık-varlık yasalarının aynılığı söz konusu olamaz. Onlar bize varlığın genel yapısını bildiren yasalar değil, dış dünya fenomenlerini bildiren a priori ilkelerdir. Kant’a göre Aristo’dan beri asırlarca kabul edilmiş mantık ilkeleri-varlık ilkeleri eşliği büyük bir yanılgıdır;  mantık ilkeleri varlık yasaları olamaz, onlar sadece dış dünyayı bilmeyi sağlar. Kant, Aristo ekolünde hareket eden bu düşünürlerin mantıkta ontolojizm adını verdiği bir hataya düştüklerini iddia eder. Kant’ın fikirleri, mantık ilkelerinin zihinde a priori olarak var olduğunu söylediğinden rasyonalizme yaklaşırken, aynı zamanda empiristlerle de şu noktalarda ilişkilidir: empiristler, mantık ilkelerinin zihinde sonradan, deney ile elde edildiğini söylerken Kant ile farklı düşünmekte ve bu nedenle varlığın yasaları olamayacağını söylerken Kant’a yaklaşmaktadırlar. Empiristler zihnin doğuştan boş olduğunu söyleyerek Kant’ın a priori görüşlerini eleştirirler. Empiristlere göre mantık ilkeleri zihne sonradan gelir, yani a posterioridir. Bu görüş deneycilerin mantıktan ontolojiyi ve metafizik karakteri silmek istemeleri ile de paraleldir11.
Mantık ilkelerinin zihinde varlığı, zihinle ilişkisi ve kaynağı hususunda temel yaklaşımlar yukarıda açıklandığı gibidir. Düşünce tarihinde mantıksal yasaların zihinde a priori olarak bulunduğunu iddia eden rasyonalist görüşlerle beraber bu fikrin zıddı olarak -kısmî deneyciler hariç- deneycilere göre zihinde mantık ilkeleri dâhil hiçbir bilgi bulunmaz, mantık ilkeleri de her bilgi gibi a posteriori olarak tecrübe edilir. Kant bu iki karşıt görüş arasında kritisizm çerçevesinde bir yorumda bulunarak Orta Çağ boyunca savunulan Aristocu fikirleri başarısızlığa uğratmış, empiristlerin de hatalarını ortaya koymuş, bilimin ve felsefenin objektifliğine vurgu yaparak çağdaş, modern düşüncenin yolunu açmıştır.
Mantık-zihin ilişkisinde yeni dönemde sosyolojik ve psikolojik açıklamalar da mevcuttur. Bu noktada psikolog ve sosyologların mantığı ve zihni ele alışları, onların neliğini ve yapısını açıklayış tarzları, kendi felsefî eğilimlerinden etkilenmekte, net bir objektif-bilimsel anlayış ortaya konulmakta güçlük çekilmektedir; bu bilim insanları arasında da hâlâ tartışmalar söz konusudur. Buna rağmen üzerinde güçlü konsensüs bulunan, pek çok psikoloğun doğru kabul ettiği bir görüşe göre, mantık ilkelerinin kaynağı psişik “ben bilincidir”. En temel mantık ilkesi olan özdeşlik ilkesi üzerinden hareket eden psikologlar, tarihsel süreçte insanların iç ve dış deneyimleri boyunca ilk olarak kendilerini anlamlandırdığını ve tanıdığını ortaya koymaktadırlar. Bu görüşe göre ilk insanlar, ilk olarak kendi benliklerinin tekliğini kavradılar ve kendi dışındaki nesnelere-canlılara bakarak kendilerini onlardan ayırt ettiler. Bu noktadan itibaren diversitas (başka olma, çelişmezlik) düşüncesini ürettiler. Kendini bilerek özdeşlik ilkesini bulan insanlar, civarlarındaki diğer varlıklar yoluyla da kendilerinden farklı olanı gördüler. Bu noktada da çelişmezlik ilkesinin formülasyonunu ortaya koydular. Bu pre-historik döneme ait psikolojik araştırmalar, bize mantık ilkelerinin a posteriori özelliğini çağrıştırmaktadır. Bununla birlikte mantık ilkelerinin zihinde a priori bulunduğunu iddia eden Piaget gibi psikologlar da vardır. Konuyu sosyolojik açıdan değerlendiren Mauss ve Durkheim gibi sosyologlar arasında da zihnin mantık ilkelerini toplumsallaşma sürecinde elde ettiği fikri üzerinde bir görüş birliği mevcuttur12.
Zihinde bulunan mantık ilkelerinin nedeni sorulabilir mi? Zihindeki mantık ilkelerinin nedeni nedir? Bu sorunun, yani neden sorusunun, üzerinde uzlaşılmış bir yanıt bulunmamakla beraber, hatta böyle bir sorunun sorulamayacağına dair görüşler de ortaya atılmıştır. Bu soruyu mantık-zihin ekseninde felsefî ve bilimsel bakış açılarıyla incelemek durumundayız. Öncelikle, bir bilim dalı olarak psikoloji, düşünme edimiyle olgusal ve bilimsel açıdan ilgilenir. Zihnin düşünme edimi ise salt mantıksal düşünme ile sınırlı değildir. Tasarlama ve hayal etme ile çeşitli koşullarda mantıksal düşüncenin sınırlarını zorlayabilen zihin, zihinsel sağlığın bozulması durumunda ise mantıksal düşünceden uzaklaşabilir. Psikoloji de insanın mantıksal düşünceye etki eden psişik, sosyal, biyolojik, sinirsel ve çevresel etmenleri çeşitli testler, gözlemler, deneyler yoluyla araştırır. Düşünmenin yapısı psikolojinin konusu iken düşünmenin kendisi mantığın ve psikolojinin konusu değildir. Aynı şekilde düşünmenin nedeni de felsefî araştırmalarda konu edilebilir fakat mantıkî ve psikolojik açılardan ele alınamaz. Mantık, doğru düşüncenin yöntemlerini ve yollarını içerir ve doğru düşünceye bir kalıp (form, biçim) görevi yapar. Başka bir deyişle mantık, mantıksal düşünmeyi olgusal olarak değil, salt formel yönden inceler. Kişinin mantıksal düşündüğünü belirttiğimizde anlatmak istediğimiz, onun hangi hâl ve koşullarda bulunduğu değil, doğru önermelere sahip olduğudur. Burada mantıksal düşünce kişinin kendi psişik özelliklerinde değil, kimlik dışı bir konumda bulunmaktadır13.
Psikolojizm araştırmaları, son yüzyıllarda ortaya çıkan ve mantık ilkelerinin ve genel olarak metafiziğin, etiğin ve epistemolojinin kökenini ve nedenini insanın zihninde ve psişik yaşamında arayan bilimsel bir yaklaşım olarak özetlenebilir14. Mantıkta psikolojizm, kişinin öznel varlığı ile ilişkili olarak mantık yasalarını kişinin benliğinde bulma araştırmasıdır. Psikolojist yaklaşımların baştaki temsilcisi olan Edmund Husserl (1859-1938), mantığı salt bir disiplin ve normatif bir bilim olarak tanımlamış, mantık ilkelerinin bu yüzden a priori olması gerektiğini iddia etmiş ve Kant’a benzer fikirler ileri sürerek onlara transandantal (aşkın, doğaüstü) nitelik atfetmiştir. Sonraki dönemlerde psikolojist fikirlerini terk eden E. Husserl, bunun sebebi olarak empirist bir bilim olan psikolojinin, mantıksal ilkeleri açıklamada yetersiz kalmasını göstermiştir. Deneysel bilimler, endüktif yani tümevarımsal önermelerle ve ancak olasılıklarla yargılar üretebilirken mantık gibi kesin, zorunlu ve dedüktif yani tümdengelimsel alanların ilkelerini ve önermelerini temellendiremez. Zaten mantıksal önermeleri kendisi kullanan bir bilimin mantıksal önermeleri temellendirmeye çalışması tam bir döngü yaratır. Bu durum ise mantıkta istenmeyen bir durumdur. Sonuç itibariyle bilimsel bir yaklaşım olarak psikolojizm, mantığın ilkelerinin nedenini ve zihindeki kaynağını bilimsel yoldan açıklamakta bir döngüye düşerek başarısız olmuştur.
Neden sorusunun bilimsel açıdan ele alınışında ortaya çıkan güçlükler yukarıda açıklandığı gibidir. Konunun felsefî yansımaları oldukça farklı alanlara sıçramayı da gerektireceğinden kısa bir açıklama ile mantık-zihin ilişkisini bitirmeyi hedefliyorum. Alman matematikçi ve filozof G. W. Leibniz’e (1646-1716) göre mantık ilkeleri akıl için zorunludur. Yürümek için nasıl kaslara ihtiyacımız varsa düşünmek için de mantığa ve ilkelerine ihtiyacımız vardır. Onların olmaması düşünülemez ve zihin sadece bu ilkelere dayanır15. Leibniz’in açıklamalarındaki “olmaması düşünülemez” ifadesi şüphesiz ki bize neden hakkında bilgi vermiyor. Çünkü düşünsel bir etkinlik olarak felsefenin rasyonel bir “mantığın nedeni” açıklaması yapmasının zorluğu, rasyonel açıklamaların mantığı bir ön bilgi şeklinde kullanmasından ileri gelmekte, tıpkı bilimsel bir açıklama çabasına girdiğimizde karşımıza çıkan bir döngü durumunun varlığı gibi, felsefî açıklamalarda da karşımıza bir kısır döngü çıkarmaktadır. Sonuç olarak rasyonel bir faaliyet olan bilim faaliyeti ile zihnin sahip olduğu mantık ilkelerinin nedeninin sorgulanamaması durumu gibi, felsefeyi rasyonel biçimde ele aldığımızda da karşımıza aynı durum çıkmaktadır. Bu koşullarda mantığın ve zihindeki ilkelerin nedeni hususunda irrasyonel ya da doğaüstü açıklamalara ihtiyaç duyulmaktadır ki, bu durum temellendirilemeyen birtakım inanç ve iman olgularının açıklamalarını gereksinmeyi işaret etmektedir. Neden sorusunu sormamak ve sorulamayacağını iddia etmek, bilimsel-rasyonel açıklamalar için bir zorunluluk halini almışken, inanç yolu ile bu soruya çeşitli doğaüstü güçlerle cevap verebilmek, temellendirmeden uzak olsa dâhi olanaklıdır. Bu noktada dinî birtakım normlar ve dogmaların bu soruya cevap verdiği görülmektedir. Nitekim ülkemizde Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken de bu konuya dikkat çekerek rasyonel etkinliklerle ulaşamadığımız noktalara iman ve inanç ile ulaşabildiğimizi söylemekte, nedensel ve zihinsel soruların cevaplarının aşkın bir varlıkla çözülebileceğini iddia etmektedir. Gazali, Pascal ve Bergson bu tip bir anlayışı benimseyen düşünürlerdendir16.
Zihin ve mantık ilişkisini ele aldığım bu kısımda ilkelerin kaynağı, zihinde varlığı, zihinle ilişkisi, kavram ve kategorilerin neliği konularında genel yaklaşımlara ve temel tartışmalara yer verilmiştir. İlerleyen yazılarda mantığın kaynağı problemi farklı eksenlerde daha ayrıntılı şekilde incelenecektir.

İlkel Toplumlarda Mantık Anlayışı

İlk insan popülasyonları neler yapmıştır? Onların düşüncelerini etkileyen fiziksel, kültürel ve biyolojik koşullar nelerdir? Coğrafi zorluklarla mücadele etmeye çalışan atalarımız, hangi durumlarla karşılaştılar ve yeryüzüne yayılma hikâyeleri nasıl gelişti? Atalarımızın binlerce yıl sürecek olan dünyayı tanıma serüvenini ve kültür-medeniyet oluşturma sürecini araştırmak oldukça zor olsa da bir o kadar da heyecan vericidir.
Modern insan türü olan Homo sapiens sapiens, yaklaşık 200000 yıllık geçmişinde (en erken fosil kayıtları 150000 yıl öncesine aittir) bizden 100000 yıl önce evrimleşmiş olan yine Homo cinsine ait Homo sapiens neanderthalensis adında farklı alt türe ait insanlarla da karşılaşmıştır. Elde ettiğimiz bilimsel verilere göre bizim türümüzle Neanderthalenler binlerce yıl eş zamanlı yaşadılar ve belli yerlerde karşılaştılar, var olma mücadelesi verdiler. Neanderthalenler ile ortak ataya sahip olan günümüz insanı (onlardan evrimleşmiş değil, ayrı dallar oluşturmuştur), Neanderthalenler’in neslinin fiziksel koşullar ve diğer etmenler sebebiyle tükenmesiyle paralel biçimde yeryüzüne yayılış göstermiştir17.
İnsanın evrimi konusu bilimsel açıdan aydınlatılmaya paleontoloji, biyokimya ve genetik gibi bilim dalları sayesinde şimdi daha da yakındır. Geçmişimiz, sanılanın aksine çok daha eskidir ve bize benzer insanların-insansıların ve geçiş türlerini oluşturan atalarımızın fosil kayıtları, milyonlarca yıl öncesini işaret etmektedir. Bu yazıda insanın evrimini detaylı ele almamız imkânsızdır, çünkü insanın evrimi hakkında araştırmalar farklı bir yazının konusudur. O nedenle tarihimizi Sapiens’in yeryüzüne geniş ölçüde yayıldığı noktadan başlatarak mantığı oradan ele almak bu araştırmadaki hedefimdir. Öyleyse insanlığın yeryüzündeki ilk yuvası olan Afrika’da düşünsel ve mantıksal etkinliklere tarihsel bir değerlendirmeyle başlamak yerinde olacaktır.

Afrika’da Düşünce ve Mantık Anlayışı

Tarihsel ve antropolojik araştırmalara göre 2-3 milyon yıl öncesine dek giden insanlığın (insan türlerinin) ortaya çıkış süreci, günümüzden yaklaşık 40000-50000 yıl öncesine geldiğimizde tek türün neslini devam ettirebilmesi ve yeryüzüne yayılmış vaziyete kavuşmasıyla uygarlıkların kökenini oluşturacak zemini ve rasyonel toplulukları meydana getirecek bilgi ve kültür seviyesini sağlayacak duruma gelmiştir. Atalarımızın ilk üyeleri belirli-sabit bir yerleşik yaşamdan uzak, fizikî ve coğrafi şartlara oldukça bağımlı, doğaya mahkûm şekilde yaşamaktaydılar. El becerileri yüksek, iletişimleri güçlü ve zor koşullara dayanıklı ortamlar yaratmaya meyilliydiler. Böyle niteliklere sahip olan insanların özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerini idrak eden bir zihne sahip oldukları kuşkusuzdur. Ek olarak, mantığın bu iki temel mantık ilkesinin ortak atalarımızdan bize genetik yolla geçtiği ve diğer memelilerde de bu ilkelerin varlığı bir gerçektir. Bu özelliklere sahip olan atalarımızın, evrimleştikleri bölge olan Afrika’nın nispeten ılıman ve iklimi yaşamaya elverişli bölgelerinde yaklaşık 50000 yıl önce yaşadığına dair izler bulmak olanaklıdır18. Bulundukları ortama göre Dünya’ya yayılan insanlarla farklı koşullara sahip olan ilkel Afrikalılar, tarih içerisinde birçok kez Mısır, Hint Bölgesi ve Avrupa’nın etkisiyle düşünsel etkinlikler bazında değişik yaklaşımlar, mantıkî yorumlar ve dinsel uygulamalar sergileseler de bu değişikler oldukça sınırlıdır. Bugün dâhi Afrika yerlileri arasında inancını ve düşüncesini özgün biçimde tutan, fikirlerini asırlardır muhafaza etmeyi başaran kabileler mevcuttur.
Afrika toplumlarının neredeyse tümünde, dünyanın değişik coğrafyalarındaki din, düşünce ve mantık anlayışlarından farklı bir çizgi hissedilebilir. Bunun nedenleri arasında Afrika’nın insanlığın en eski yerleşim merkezlerinden olması, çevresindeki oldukça etkili kültürel sistemlerden kısmî olarak etkilenmesi ve genel olarak farklı düşünce-inanç sistemlerini birlikte barındırıp onları koruyabilmesi sayılabilir. Ne var ki, Afrika’da rasyonel yapıyı ve düşünce sistemini bütünüyle ortaya koymak oldukça zordur. İlkel Afrika dillerinin yapısı ve öğrenilmesinin güçlüğü çalışmaları yavaşlatan en önemli engelken Afrika asıllı araştırmacıların katkılarıyla Afrika dillerinin öğrenilmesi sağlanarak Afrika’nın düşünsel yapısının anlaşılmasında bir engel zayıflatılmıştır19. Bununla paralel olarak Afrika’da dinî ve düşünsel çalışmalar bir nebze olsun aydınlatılabilmiştir. Afrika insanının mantık sisteminin dinsel, mitolojik ve irrasyonel düşüncelerden ayrılmaması da bu bölgede geçmiş tarihlerde mantığa dair ortaya konulan fikirlerin ayırt edilmesini olanaksız kılmaktadır.
İngiliz kültür antropoloğu, aynı zamanda Nijerya vatandaşı olan Robin Horton, Traditional Thought and the Emerging African Philosophy Department adlı çalışmasının dördüncü cildinde Afrika’nın mantıksal ve düşünsel geçmişini eleştirerek bilhassa felsefe çalışmalarının geçmişte ve günümüzde olmadığını söyler, bunun nedeni olarak da Afrika düşüncesinin mantığa ve epistemolojiye yatkın olmadığını gösterir. Aynı şekilde misyoner H. Maurier, R. W. Wright’ın African Philosophy adlı kitabında yer alan Do We Have an African Philosophy? adlı makalesinde Horton’a benzer bir yaklaşım sergileyerek Afrika felsefesinin geçmişinde mantıksal ve kavramsal eksikliklere vurgu yapar20.
Afrika’da mantıksal düşünce, ilkel dinlerinin ve geleneklerinin gerisinde kalmış, ön plana çıkmamış ve inancın irrasyonelliği, mantıksal önermelere tercih edilmiştir. Bu nedenle Afrika’da geçmişe dair mantıksal bilgiler elde etmek güçtür. Daha önce belirttiğimiz üzere ilk insan topluluklarındaki psişik ben algısının, kişisel şuurun farkında olmanın, özdeşliğin ve diversitasın ötesinde, bunların üzerinde bir mantıkla karşılaşmak Afrika’da çok zor olduğundan, mantıksal düşüncenin eleştirisini yerli dinler üzerinden yapmak daha doğru olur. Bu bölümde yalnızca Voodoo dini esas alınacaktır.
Afrika’nın en eski dinleri arasında Animizm, Fetişizm, Totemizm ve Voodoo (Vudu, Vodun) dinleri sayılabilir. Bu dinlerden özellikle Voodoo dini, animist niteliklere sahip Afrika’da doğmuş bir din olarak Afrika’nın geçmiş dönemlerdeki en yaygın dini konumundadır. Benin’de konuşulan etnik bir dil olan “Fon” dilinde voo “içe bakış”, doo ise “bilinmeyen” anlamını taşımaktadır. Voodoo dininde “Djo” adında bir Tanrı’ya inanılmaktadır. En büyük ve yüce varlık olan Djo, insanların kaderiyle ve davranışlarıyla ilgilenmez, o nedenle insanlar doğdukları anda tamamen yabanıl ve güçsüz olarak doğarlar. Başlangıçta her insana rehber olması amacıyla bir ruh, “Loa” verilir. Ruhsuz olduğunda tamamen bir hayvan gibi olan insan, kendisine ruh verildiğinde ruhsal bir varlığa dönmektedir. Bu ruhsal varlık, küçük melekler olarak üç parçadan oluşur. Bu melekleri geliştirerek ve mükemmelleştirerek Tanrı Djo’ya yakınlaşmaya çalışan insanlar, üç ruhsal parçayı tapınaklarda özel odalarda kötü ruhlardan korumak için saklarlar. Kişi öldükten sonra kilden yapılmış kaplarda saklanan ruhların özgürleşmesi için kaplar kırılır. Bu noktadan itibaren ruhlar ve ceset farklı uygulamalara tabi tutulur. Vodoo dini tarihsel süreçte varlığı korumuş ve günümüze dek gelmiştir. Voodoo ile ilgili ayrıntılı yazılara Dinler Tarihi Araştırmaları içerisinde yer vereceğimden, bu bölüm için açıklamaları yeterli görüyorum.
Eski Afrika insanında mantıksal düşüncenin egemen olmadığı, görüldüğü üzere son derece açıktır. İlkel kabilelerde, dünyanın birçok coğrafyasında olduğu gibi doğa olaylarına ve tabiatın işleyişine karşı bir merak ve korku, insanları o dönemin aklının sınırlarının ötesinde yorumlar yapmaya itmiştir. İlkellerin kültür ve inanç tarzları, hakikatten öte bir gelenek halini kabaca devam ettirdiğinden etkileri halen görebildiğimiz bu kültür ve inanç sistemleri, özü itibariyle rasyonel düşünceden uzak, mantıksal ve bilimsel faaliyetlerin henüz gelişmediği toplumların bir ortak özelliği gibidir. Bunun en büyük örneği, yukarıda da belirtildiği gibi geçmişte ve hatta günümüzde de bütünüyle sistemli-mantıksal bir düşünce geliştiremeyen Afrika’dır.

Eski Mısır’da Mantık

Afrika’nın kuzeyinde insanlığın en köklü yerleşim merkezlerinden biri olan ve özgün-homojen bir kültür geliştirmiş Mısır’ın tarihi, içerisinde barındırdığı gizemli, düşsel, ezoterik (içrek, gizlemli) ve mitsel öğelerle her dönemde birçok disiplinden araştırmacı ve bilim insanının ilgisini çekmiştir. Günümüzde halen, Mısır’da asırlardır süregelen çeşitli ezoterik öğretilerin ve kadim inanışların modern toplumu etkilediği görülmektedir. Kuşkusuz ki, bilhassa, Eski Mısır’ı her yönüyle değerlendirmek; onu tarih, din, bilim, felsefe ve sanat disiplinleri içerisinde ele alabilmek, insanlık tarihi çalışmaları içerisinde belki de en özel çalışmalardan birisi olsa da burada Eski Mısır’da rasyonel ve mantıksal düşüncenin varlığından ve dolaylı olarak ortaya çıkan teknik bilgiden söz ederek Mısır’a dair her şeyi ve geri kalan ayrıntıları Tarih, Dinler Tarihi, Bilim Tarihi ve Sanat Tarihi kısımlarına devredeceğim.
İlk Çağ uygarlıkları arasında bütün bir Afrika’nın yeri ve önemi tartışmalı olsa da kuzeyindeki bu uygarlık Afrika’dan farklı bir gelişim göstermiştir. Ünlü Yunan bilgin Herodotos’un “Nil’in Armağanı” şeklinde söz ettiği Mısır’a bu unvan, coğrafî konumu nedeniyle çöl olmaya mahkûm olan ve çok az yağış alan kurak Mısır topraklarının, Nil Nehri sayesinde canlanması ve bereketlenmesine paralel olarak verilmiştir21. Yılda iki kez nehrin taşmasıyla ovaya ve deltalara taşınan alüvyonlar, bölgeyi yaşamaya ve özellikle tarıma elverişli kılmıştır. Doğu Afrika’dan yeryüzüne yayılan türümüzün de ilk uğrak yerlerinden biri nitekim Nil ve çevresi olmuştur. Bu sebeple Mısır’ın tarihi, uygarlık tarihiyle yaşıttır.
Mısır’ın yazı öncesi dönemde insanlara ev sahipliği yaptığı bilinmektedir. Paleolitik Dönemden (Eski Taş Çağı) kalma taştan yapılmış aletlerin Nil Vadisi çevresinde bulunması bunun delillerindendir. Eski Taş Çağı’nın izleri yaklaşık 500000 yıl öncesine gitmektedir. Günümüzden yaklaşık 10000-20000 yıl öncesine geldiğimizde ise Mısır bölgesinde ve genel olarak Afrika’da iklimin epey değiştiğini gözlemliyoruz. Fizikî şartların Nil ve etrafında yaşamaya elverişli hale gelmesiyle Neolitik Devirde (günümüzden yaklaşık 5000-10000 yıl önce) insanların Mısır’da ilk yerleşim yerlerini oluşturduğunu ve tarımsal faaliyetleri başlattığını, ikili ve toplumsal ilişkilerin geliştiğini ve insanların doğayı işleyerek-dönüştürerek uygarlık meydana getirme sürecinin temelini inşa ettiğini arkeolojik çalışmalar ve sonraki dönemleri aydınlatacak yazılı kaynaklar neticesinde öğrenmekteyiz. Bunların sonucunda da Eski Mısır uygarlığında köy, kent, nom, devlet ve krallık düzeni çerçevesinde belirli sülalelerin yönetim erkini elinde tutması biçiminde örgütlenen insanlar, yaklaşık 3000 yıl boyunca Mısır’da kültür, edebiyat, tıp ve matematik disiplinlerinde modern medeniyetlerin daha sonra üzerine yepyeni bir mantık metoduyla bir bilim inşa edeceği bir literatürü hazırlamışlardır.
Mısır’ın tarihsel ve coğrafi konumuna kısa bir giriş yaptıktan sonra, Antik Mısır toplumundaki genel zihinsel-mantıksal perspektifleri anlamak adına bu zihnin ortaya koymuş olduğu ürünleri incelemekle işe başlamalıyız. Eski Mısır’ın sahip olduğu spesifik özellikler içerisinde ilk gözümüze çarpan hiyeroglif yazısı olacaktır. Kökeninin yaklaşık 5000 yıl öncesine dayandığı bu ilkel yazı tipinin ortalama aynı dönemde Mezopotamya’da da var olması (Sümer, Urartu, Luvi Hiyeroglifleri), Eski Mısır toplumunun çeşitli etkileşimler sonucu yazıyı Mezopotamya yerlilerinden aldığını çağrıştırsa da Mezopotamya hiyerogliflerinden fonetik, gramer ve form-semboller açısından farklılıklar içermektedir. 
Hiyeroglif (hieros: kutsal, graphikos: oyma, yazıt) yazısı, adından da anlaşılacağı üzere Eski Yunanca kutsal yazıt anlamına gelmekte olup yazının icat edildiği dönemin insanının dinsel-mitolojik inançlarının, pratik bir uygulaması, göstergesi ve inançların insanlar üzerindeki etkisinin bir sonucudur. Mısır hiyerogliflerinin temel niteliği, piktograma dayalı (görsel) ve taş, ahşap, kemik gibi sert maddeler üzerine yazılı olmasıdır. Zaman içerisinde toplumsal ihtiyaç ve değişimlere paralel olarak basit hiyeroglif yazısından hiyeratik yazı, demotik yazı ve kopt yazısı evrimleşmiştir.
Hiyeroglif yazısının resme dayalı olması, birçok sembol içermesi ve bu sembollerin genellikle dinsel, soyut ya da günlük hayatta karşılaşılan nesne, şekil ve çizimlere dayalı oluşu, Eski Mısır insanının doğayı anlama, onu değiştirme ve doğaya-evrene yönelik özgün fikirler üretip bu fikirleri paylaşabilme yetisini ortaya koymaktadır. Kadim Totemist-Animist inançların birçok ilkel kabilede olduğu gibi Antik Mısır’da da var olduğunu, meydana getirdikleri yazı sistemini kullanarak bizlere bıraktıkları yazıtlarla anlıyoruz. Nitekim hem arkeolojik bulgular hem de epigrafik-paleografik veriler bilhassa Mısır’ın ilk dönemlerinde kökeni totemizme dayalı hayvan şeklinde tasvir edilmiş tanrıları işaret etmektedir22. Bunun sebebi olarak tarıma ve hayvanları evcilleştirmeye büyük önem veren Mısır toplumlarının yaşamında ve faaliyetlerinde hayvanların yerinin büyük olmasını görmek normaldir. Ekonomik ve yaşamsal faaliyetlerde öneme sahip olan unsurlar, dinî-mitolojik karakterleri de etkilemiş, politeistik bir inanç sistemi oluşmuştur. Aynı şekilde belli başlı doğa unsurları (Güneş, Yağmur, Ay, Rüzgâr…) da Mısır toplumunda tanrı ve tanrıçalarla betimlenmiş, yaratılan tanrılara toplumsal düzen, refah ve barış için tapınılmıştır. İlerleyen dönemlerde insan biçimli ve hayvan uzuvlarına sahip tanrılar da yaygınlaşmakla beraber, kendi otoritesini sağlamlaştırmak adına monoteistik inançları savunan ve yaygınlaştıran III. ve IV. Amenofis (MÖ 1352-1335) gibi tanrısal hükümdarlar da ortaya çıkmıştır. Monoteistik dönemde tek tanrı olarak Aton kabul edilmiştir. En önemli Mısır tanrıları olarak Nut (Gök Tanrısı), Geb (Yer Tanrısı), Şu (Hava Tanrısı), Ra (Şahin Başlı Güneş Tanrısı),  Apis Boğası, Hathor (Nekropolis Tanrıçası), Atum, Amon ve Osiris (User) sayılabilir23. Mısır tanrıları ve onlara tapınma şekilleri genel olarak toplumun yaşayışını, doğayı gözlemleme sürecini ve ihtiyaçlarını yansıtmaktadır. Buradan net olarak çıkarabileceğimiz sonuç şudur ki, Antik Mısır toplumunda doğal çevrede olup bitene karşı bir ilgi ve merak söz konusudur. Bu ilginin doğayı ampirik şekilde kavrama ve analiz etme gibi ikincil bir sonuca götürdüğü belli olmakla birlikte, doğa üzerine rasyonel düşünebilme kabiliyetinin varlığına dair izler bulmak, her ne kadar açıklanamayan olguların doğaüstü ile tasviri mevcut olsa da mümkündür. Bunun kanıtı olarak da hiyeroglif yazısı içinde soyut ve mitolojik öğeler arasından seçebileceğimiz nispeten doğal vakaların ve olguların din dışı açıklamalarının ve somut aktarımlarının varlığını gösterebiliriz. Özellikle papirüsler üzerine yazılan günlük hayata dair açıklamalar, biyografi ve otobiyografilerde, din dışı konularda yazılan metinlerde kişinin karşılaşabileceği sorunlara pratik ve akılcı çözümler yer almış, doğal olaylara olgusal-mantıksal izahlar yapılmıştır. Bu durum Mısır’da gözlemleyici ve mantıksal düşüncenin varlığına bir işarettir.
Antik Mısır’da mantıksal-rasyonel düşüncenin varlığı paleografik bulgularda kendini hissettirse de antropomorfik (insanbiçimci), tanrısal, mitolojik ve irrasyonel açıklamalardan tümüyle sıyrılabilmiş değildir. Örneğin sosyolojik, psikolojik, tıbbî birçok problemde büyü-deney karışımı bir uygulama kullanılmaktadır. O halde, rasyonel-mantıksal düşünüşün varlığı, en iyi bu düşünüş tarzının ürünleriyle açıklanabileceği bilindiğinden, bu alanlarda kullanılan teknik-bilimsel bilgiyi incelemekte fayda görüyorum.
Mısırlılar, günlük yaşamda karşılaştıkları bazı sorunlara sayısal çözümler üretmek durumunda kalmışlardır. Örneğin, sahip oldukları toprakların büyüklüğünü ölçmek ve dolayısıyla vergileme sistemini düzene sokmak için hesaplama yöntemleri geliştirmişlerdir. Onlu sistemin varlığına dair ilk kanıtlar Mısırlıları göstermektedir. Tarla alanı ve sıvıların hacmi konusunda belirli ölçümler geliştiren Mısırlılar, bu sayede temel geometri ilkelerini bulmuşlardır. Hatta Pisagor’a ait olduğu iddia edilen 3-4-5 dik üçgeninin formülasyonunun Pisagor’dan çok önce Mısırlılar tarafından bilindiğine dair veriler bulunmaktadır. Çember, daire, üçgen ve dikdörtgen çevre ve alan hesaplama konularında kendilerini geliştiren Mısırlılar, Pi sayısını gerçek değerine çok yakın, 3,16 olarak hesaplamışlardır24. Nil Nehri’nin periyodik olarak taşması, Sirius yıldızının taşmayla eş zamanlı şekilde belirlemesi, Güneş ve Ay tutulmaları ve diğer gözlemler Eski Mısır toplumunun astronomiye de ilgi duymasını sağlamış, zira astronomik gözlemler neticesinde miladi takvimin ilk versiyonu olan Güneş yılı esaslı takvim icat edilmiştir.
Mısır toplumu insan bedeni üzerinde de çalışmış, bu nedenle tıbbın öncülerinden sayılmıştır. Çeşitli yaralanmalarda, iç hastalıklarında ve yaşam süresini uzatmada ameliyatlar yapılmış, reçeteler yazılmış ve deneysel yöntemler kullanılmıştır. Kafatasının kesilip beyin ameliyatı yapıldığına dair bilgiler de paylaşılmaktadır. Buna rağmen Mısır tıbbıyla ilgili bildiklerimiz oldukça sınırlıdır. Elde ettiğimiz bilgiler çoğunlukla o dönemden kalma papirüsler sayesindedir. Mısır tıbbıyla ilgili geniş bilgiyi Tıp Tarihi Çalışmaları içerisinde vermeyi planlıyorum.
Mısır tıbbının işleyişi teknik ve deneysel bilgilere dayalı olsa da birçok noktada büyüsel, dinsel ve tanrısal etkileri de içinde barındırmaktadır. Özellikle hastalıkların tanımlarında sağlığın bozulma durumlarında ve insan ömrünün yetersizliğinde bilimsel açıklamalar yetersiz kalmış, hastalıkların sebebi olarak tanrıların insanın vücudundaki dingin ruha müdahale etmesi görülmüş ya da çeşitli büyülerin kişiyi etkisi altına aldığına inanılmıştır. Aynı şekilde büyü ve sihir, sağaltımda yarı dinî kimliğe sahip hekimler tarafından bir metot olarak da kullanılmıştır. Sonuç olarak birtakım deneysel ve teknik yaklaşımlar içeren Mısır tıbbının bu yanı, Mısırlıların mantıksal düşüncesinin ekseninde ortaya çıkarken mitolojik inançlarının da etkisi son derece hissedilmektedir. Aynı durum ölüyü mumyalama etkinliği için de geçerli olup ölü mumyalama işleminin hem teknik-deneysel yönü hem dinî yönü bulunmaktadır.
Mısır mimarîsinden bahsedildiğinde aklımıza piramitlerin gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Asırlardır ejiptologlar, tarihçiler, sanat ve bilim tarihçileri ve felsefecilerce farklı açılardan değerlendirilen piramitler, birçok efsaneye, mite ve hikâyeye de konu olmuş, farklı platformlarda tartışılmış, yalnızca piramitleri incelemek üzere bile alt bir bilim dalı, piramitoloji ortaya çıkmıştır. Hangi amaçla, hangi koşullarda ve nasıl bir süreçle inşa edildiği ve spesifik şeklinin, dâhili düzeninin ilginç sonuçlarının açıklanması yıllarca gizemini koruyan piramitler son yıllardaki çalışmalarla tamamen aydınlatılmaya çok yaklaşmıştır. Piramitlerin yapısı binanın stabilitesini ve verimliliğini artıracak şekilde olup binanın inşası esnasında kaynakların en kolay şekilde kullanımını sağlar niteliktedir. Piramitlerin bu özellikleri insanların piramitlerin farklı ve daha gelişmiş medeniyetler belki uzaylılar tarafından inşa edildiğini iddia etmelerine sebep olmuştur. Ünlü piramitolog John Taylor 1859 yılında yayımladığı bir çalışmada piramitlerin, Mısırlı olmayan ve Tanrı tarafından yönetilen bir istilacı toplum tarafından inşa edildiği teorisini ortaya atmıştır. Orta Çağ Arap düşünürleri, piramitlerin Nuh Tufanı ile birlikte inşa edildiğini ve Mısırlıların kadim bilgeliklerini ve bilimsel çalışmalarını koruduğunu iddia etmişlerdir25. Piramitlerle ilgili ortaya atılan bu tip efsaneleri semavi dinlerin kutsal kitaplarının yorumlarına, çeşitli ezoterik öğretilere ve inanılagelen safsatalara bağlamak olanaklıdır.
Piramitlerin inşasının yüksek bir mühendislik, mimarî bilgi, geometri ve fizik bilgisi gerektirdiği açıktır. Bunun da olanaklı olması sadece rasyonel düşüncenin varlığıyla açıklanabilir. Mısır geometrisi, Mısır’da mantıksal düşüncenin varlığının en önemli delilidir.

Mezopotamya’da Mantık

Mezopotamya, Yunanca anlamı “ırmaklar arasındaki ülke”, Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölgeye verilen isimdir. Mezopotamya ismi herhangi bir siyasi devleti ya da sınırları çizili bir toprak parçasını ifade etmeyip, oldukça genel bir biçimde Yunanlılar tarafından o bölgeyi tanımlamak için kullanılmıştır. Tarih boyunca birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapan ve medeniyetler beşiği olarak anılan bu topraklar Sümerler, Urartular, Akadlar, Babilliler, Asurlular gibi önemli uygarlıkları barındırmıştır. Burada çeşitli zamanlarda ve eş zamanlı varlıklarını sürdüren her bir uygarlığı ayrı ayrı incelemek yerine bir bütün olarak Mezopotamya insanının rasyonel-mantıksal ve teknik düşüncesini etkileyen faktörleri ele alarak geri kalan çalışmaları Tarih araştırmalarına bırakmak istiyorum.
Mezopotamya coğrafi konumu itibariyle yerleşime oldukça müsait bir durumda olduğundan, tarihsel süreçte insanlığın ilkel dönemlerinden itibaren tarımsal faaliyetler için kullanılmış, asırlarca insanlara ev sahipliği yapmış ve civar bölgelerden aldığı yoğun göç ve saldırılar neticesinde bir kültür-medeniyet zenginliğine sahip olmuştur.
Mezopotamya’da rasyonel düşüncenin varlığı daha çok Sümer ve Babil uygarlıklarında kendini gösterir. Sümer ve Babil dönemlerinde Mezopotamya’da teknik ve zanaata yönelik gelişmeler yaşanmıştır.  Tarıma ve hayvancılığa önem veren bu toplumlar, gereksinim fazlası ürünleri de ekonomik yollarda kullanmışlardır.

Sümerler (Sinear) ve Babilliler (Amurrular)

Mezopotamya medeniyetinin temelini oluşturan, sayısız medeniyeti etkileyen, yazıyı ilk kez kullanan, astronomi, bilim, felsefe, tıp gibi alanlarda ilk ciddi çalışmaları ortaya koyan Sümerler, kendinden sonra gelecek birçok toplumu her yönden etkilemiş, asırlarca kültürel-düşünsel etkisini devam ettirmiş Sami olmayan bir topluluk tarafından kurulan bir uygarlıktır. Fakat Sümerleri kuran topluluğun kökeni tartışmalı olsa da Orta Asya’dan geldiklerine dair birtakım çalışmalar yapılmıştır. Yakın tarihteki antropolojik araştırmalar ve kafatası ölçümleri Sümerlerin brakisefal Alp etnik kimliğine sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle dolikosefal Akdeniz kimliğe sahip olan Samilerden ayırt edilirler.
Sümerler çok tanrılı inanca sahiptir. İnançlarıyla bağlantılı şekilde, gerek gökyüzünü gözlemlemek gerekse inandıkları, bilhassa, gökteki tanrılara daha yakın olabilmek amacıyla inşa edilen yarı tapınak yarı rasathane işlevli binalarına da Ziggurat denir. Zigguratlar, günümüzde Sümerlere ait olduğunu bildiğimiz birçok buluş ve eser hakkında doğru bilgiye ulaşmamızı sağlamış, özellikle yazının icat edilme sürecinde bir kilometre taşı olmuştur.
Sümerlere dair en azından burada bahsetmemiz gereken iki nokta var ki, bunlar, Sümerlerin felsefî-mantıksal eğilimlerinin anlaşılabileceği Gılgamış ve Yaradılış destanları ile bilimsel-toplumsal etkinlikleridir.
Sümerler bugün anladığımız manasıyla sistematik bir felsefî-mantıksal düşünce üretmeyi başaramamış, Antik Yunan’da olduğu gibi bilginin ve salt gerçekliğin varlığına yönelik soruları sormamış ve epistemolojik literatüre katkı yapmamış olsalar da, bu durum Sümerlerde mantıksal düşünüşün var olmadığı anlamına gelmemektedir26. Evrenin ve insanın kökenini düşünüp tartışan Sümerler, kendilerini tatmin edecek doğruları aramak maksadıyla gözlemsel çalışmalar da yapmışlardır. Hatta insana, evrene ve bunların yaradılışına dair ortaya koydukları izahlar asırlarca kendilerinden sonra gelecek kültürlerin temel yapı taşını teşkil etmiş, büyük semavî dinlerin felsefî arka planını meydana getiren mitolojik, destansı anlatımlar çağımızda dahi bilimsel-tarihsel araştırmalardan yoksun olan toplumlar nezdinde makul, kabul edilir olmuştur. Yaradılış efsanesini irdelemeye başlayalım:
Sümerlerin evrenin yaradılışı hakkında bıraktığı miras hakkında elimizdeki en önemli eserler Gılgamış ve Yaradılış efsaneleridir, ki bu eserler Sümer mitolojisi hakkında bize önemli ipuçları vermektedir. Sümer mitolojisine göre insan ve evrenin yaradılışı benzer olup ikisi de aşama aşama gerçekleşmiştir. Efsaneye göre en başta var olan su (deniz) ile yer bir olur, kozmik bir dağ meydana gelir, Tanrılar insan haline gelir ve Gök (Anu) ve Yer (Ki) tanrılarının birleşiminden Hava tanrısı (Enlil) ortaya çıkar. Enlil Ki’yi ele geçirir ve Ana Tanrıça (Nimmah) meydana gelir; Nimmah Dünya’yı şekillendirir. Temelinde bir olan gök ve yer ayrılmıştır. İnsan da yalnızca tanrılara hizmet ve tapınma için yaratılmıştır. Yaratılan her şey sudan yaratılmış olup Enki (Bilgelik ve Okyanuslar Tanrısı) insanı Dünya’ya göndermiştir. Bu yaradılış efsanelerinin temeli, semavî dinlerdeki izahlara, kutsal kitap ayetlerine, özellikle Tevrat’taki yaradılış ayetlerine, oldukça yakın olup semavî Sümer yaradılış efsanelerinin semavî dinlere kaynaklık etmiş olması muhtemeldir27. -Konuyla ilgili Muazzez İlmiye Çığ, Arif Tekin, Turan Dursun, İlhan Arsel ve ünlü Sümerolog Samuel Noah Kramer’in eserlerine göz atılabilir.- Sonuç itibariyle, Sümerlerin her ne kadar epistemolojik açıdan ortaya koydukları düşünsel ürünlerin yetersizliğinden rahatlıkla bahsedebilsek bile felsefelerinin ve mantık anlayışlarının tanrıbilimsel, ontolojik ve metafizik yanlarının, o dönem insanları ve zihni nazara alındığında bir hayli gelişmiş olduğunu ve bu durumun öz mitolojilerine yansıdığını, hatta kendilerinden sonra gelen toplumları etkilediğini söyleyebiliyoruz. Yine de ontolojik açıdan ortaya koydukları düşünsel ürünler, Antik Yunan felsefesi ve mantığının sistematikliğinden uzak, rasyonel bir çaba olmanın ötesinde irrasyonel, doğaya duyulan merakın ve doğanın –bilimsel deney ve gözlem eksikliğinden kaynaklanan- gizeminin daha çok ilkel toplum psikolojisindeki birer yansımasıdır. Elbette ki, deney imkânının ve olgusal-bilimsel düşünüşün günümüz koşullarıyla bir olmadığı bir dönemde doğal olayların doğaüstü nedenlerle açıklanması gayet olası ve normaldir.
Sümerlerin bilim ve teknolojisine gelecek olursak, binlerce yıl önce yaşamış bir kavim olarak oldukça sıra dışı bir şekilde Sümerlerin birtakım bilimsel çalışmalar ve pratik uygulamalar geliştirdiklerine şahit oluruz. Aklımıza ilk gelenler sulama için kanal sistemleri, tarımsal amaçlı geliştirilen öküze bağlı sabanlar, tekerleğin icadı, çeşitli tarım aletleri, çanak, çömlek ve günlük yaşamda kullanılabilecek birtakım araç ve gereçlerdir. Bununla birlikte Sümer matematiği, geometrisi ve astronomisi, Sümerlerde özellikle formel bilimlerde mantıksal sistemin var olduğunun kanıtı gibi görünmektedir. 60 sayısına dayalı seksajismal sayı sistemini ilk kez kullanan Sümerler, gün, ay ve yıl hesaplamalarında da oldukça hassas ölçümler yapıp günümüz verilere oldukça yakın sayılar elde etmişlerdir. Ay ve Güneş tutulmalarını hesaplamışlardır. Astronomik çalışmalar ve bunun verileriyle oluşturulan burçlar da Sümer kökenlidir. Bu gelişmeler, Sümer uygarlığında mantığa dayalı-uygulamaları gözlemlerin varlığına işaret etmektedir.
Samilerin bir kolu tarafından MÖ 3000-2000 yılları arasında kurulan Babil Krallığı, kültür, mimari, bilim, destanların aktarımı ve düşünsel etkinlikler bakımından Sümerlerden etkilenmiştir. Babil’in en ünlü hükümdarları Hammurabi ve Nabukednezar’dır. Bu iki hükümdar dönemlerinde Babil ülkesi birçok açıdan parlamış, refaha kavuşmuştur. Sümer mitolojisinden aktarılan bilgiler, Ziggurat mimarisi, bilimsel-astronomik çalışmalar ve yazılar, Sümer toplumunun düşünsel-mantıksal bakış açısının Babil uygarlığını etkilediğinin kanıtıdır. Aynı zamanda hâlihazırda var olan bilgiler üzerine yapılan çeşitli eklemeler, ileri tarihlerde Yunan ve Roma uygarlıklarında mantık, felsefe, astronomi gibi tüm disiplinlerde sistematikleşmeyi sağlamıştır.

Eski Çin’de Mantık Anlayışı

Eski uygarlıklar arasından Çin’in, köklü bir felsefî-mantıksal geleneği sahip olması açısından ayrı bir yeri vardır. İnsanlık tarihinin hemen her döneminde adından söz ettiren, bugün dahi konumu ve siyasî nüfuzu itibariyle önemini devam ettiren Çin toplumunun Aristo öncesi ve Aristo dönemine yakın tarihlerde nasıl bir mantaliteye sahip olduğunu öğrenmek şüphesiz ki günümüz Çin felsefesini ve genel olarak Uzak Doğu düşünsel yapısını anlamak adına yararlıdır. Ancak konuyu felsefe ve düşünsel yapının incelenmesi gibi çok genel biçimde ele alırsak, Çin’in önemi sebebiyle aktarmamız gereken bilgi katlanarak artacaktır. Bundan ötürü bu yazıda konuyu sınırlandırarak yalnızca Eski Çin mantığını değerlendirmek yeterli olacaktır.
Felsefede, özellikle ontolojik çalışmalarda karşımıza çıkan iki temel kavram olan idealizm ve materyalizmin ayrımı, felsefe tarihinde defalarca farklı noktalarda farklı şekillerde ortaya konulmuştur. Bu ayrımın dinde, politikada, bilimde ve kültürde çok farklı yansımaları ortaya çıkmıştır. Bu ayrımı bir nebze yansıtan diğer kavramların da “ölüm sonrası yaşam” ve “dünyada yaşam” olduğunu göz ardı etmemek gerekir. İşte bu noktada, Orta Doğu dinlerinin ve genel olarak monoteistik dinlerin çoğunda ahiret, yani ölüm sonrası doğuş inancı egemenken Uzak Doğu dinlerinde farklı bir biçimde, dünya yaşamının ön plana çıkarılması ve sekülerizme yakın, pratik yaşamın düzenlenmesine yönelik inanç ve uygulamaların olduğunu görüyoruz. Uzak Doğu geleneğinin bir parçası olarak Çin’in düşünsel alt yapısını da burada saydığımız ayrımlardan daha çok sekülere dönük dünyevî hayatın ve ahlakın ön plana çıkarıldığı dinsel ve mantıksal faaliyetlerin oluşturduğunu iddia edebiliriz28.
Çin mantığında Konfüçyüs’ün ayrı bir yeri vardır. Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemde toplumda baş gösteren ahlak dışı hareketler, sosyal düzensizlikler ve eşitsizlikler, Konfüçyüs’ü bu sorunlara yönelik bir çalışma yapmaya itmiştir. Konfüçyüs’e göre toplumsal düzensizlikleri önleyebilecek tek çözüm yolu, toplumu evrensel bir ilkeye yöneltmektir, bu da düşünüre göre evrenin ilkesel sebebi olan Tao’nun evrene bahşettiği düzendir. Bu esas görüş etrafında şekillendirdiği kendi mantık anlayışının temel ilkelerinden olan Adların Düzenlenmesi ilkesini, mantığın temel ilkelerini baz alarak oluşturmuştur29. Adların Düzenlenmesi ilkesiyle kastedilen, var olan her şeyin adlarıyla gerçeklikleri arasındaki uyum olup bu ilke daha sonra Antik Yunan mantığında sistemleşecek olan mantığın (aklın) temel ilkelerine bir köken oluşturmuştur.
Adların Düzenlenmesi İlkesine göre evrende var olan her nesnenin bir adı vardır. Her ad spesifik tanım ve anlamlar içerir. Anlamlar, adların görevlerini, işlevlerini ve sorumluluklarını ifade eder. Bu sorumluluklar, adların özüdür. Nesneler, ideal özleriyle uyumlu olmak durumundadır. Konfüçyüs’ü göre toplumsal düzensizlikler, ahlak yoksunlukları ve idealden sapmalar, adların düzenlenmesi ilkesine ters düşüldüğünde ortaya çıkmaktadır. Konfüçyüs’ün konuyla ilgili bir beyanını aktaralım:
“Ching, Konfüçyüs’e iyi yönetim üzerine bir soru sordu, Konfüçyüs cevapladı: ‘Bir ülkede prens prens olarak, baba baba olarak, oğul oğul olarak davranırsa orada iyi bir yönetim, düzen vardır.’”30
Bu beyandan açıkça anlaşıldığı üzere, adların görev, işlev ve sorumlulukları adların özünü oluşturmakla beraber, ideal bir düzen için gerekli olan öğelerdir. Burada prens, baba ve oğul sosyal adlardır. Ayrıca, adlar sadece bir tek nesneyi tarif etmelidir. Bu görüşü ile Konfüçyüs, Antik Yunan’da Aristo’dan önce, kavram karışıkları sebebiyle meydana gelen iletişimsizlik sorunları üzerine de bir fikir belirtmiştir.
Çinli araştırmacı-felsefeci Hu Shih’e göre Konfüçyüs’ün bu görüşler etrafında şekillenen mantık ilkelerinin, Yi Ching (Değişimler Kitabı) adlı eserinde yer aldığını belirtmektedir31.  Değişimler Kitabı üzerinde durulmalıdır. Bu kitapla Konfüçyüs’ün görüşlerini farklı boyutlarda görebiliyoruz. Örneğin, Değişimler Kitabı’nda yazana göre, Konfüçyüs tüm değişimlerin hareket ve devinimden doğduğunu iddia etmektedir. Bu harekette güçlü olan zayıf olanla yer değiştirir. Konfüçyüs mantığında güç Chien, zayıflık Kuen olarak adlandırılır. Aynı zamanda Chien ve Kuen, basit ve kolay anlamlarına gelir; bunun anlamı, biz hayatta karmaşık ve zor görünen her şeyi esasında basit ve kolay vasıtasıyla bilebiliriz. Eserdeki bir diğer önemli kavram da “idea” anlamına gelen Hsiangdır. (Hsiang’ın sözlük anlamı aslında fil olmasına rağmen Konfüçyüs’de sözcük farklı kullanılmıştır.) Hsiang burada Konfüçyüs’ün kullandığı şekilde idrak etmek, hayal etmek ve düşünmek gibi anlamlara gelir. Kwalar ise idea için gerekli öğeler-verilerdir. Konfüçyüs’ün ideaları Platon’un idealarından farklı olmakla birlikte, temelini doğal fenomen ve olgulardan almasıyla Platon idealizminden epey uzaklaşır.
Kitapta son olarak aktarılan Konfüçyüs’ün mantık ilkesi de önermeler (yargılar, tse) teorisidir. Çin mantığının önermeler konusunda karakteristik yaklaşımını ortaya koyan ilkelerden anladığımız kadarı ile Batılı önerme kurulumu ile Doğu (Çin) önermeleri arasında gerek form gerek içerik itibariyle farklar vardır. Çin mantığında kurulan önermelerde bağlaç bulunmaması buna bir örnek sayılabilir. Beklendiği üzere Çincede bağlaçlar yoktur. Yargılar, adların sıralanışı ile elde edilir.
Aristo öncesi dönemlerde Aristo’dan epey uzak bir coğrafyada mantığın nasıl şekillendiğine hepimiz şahit oluyoruz. Bu noktada Konfüçyüs’ten sonra, en az onun kadar değerli bir iz bırakan düşünürü, Mo Tzu’yu (Mozi) (MÖ 500-420) ele almamak bir eksikliktir. Moist ekolün kurucusu olan Mozi’nin mantık ekolü, temeline sevgiyi alan, tüm insanları ve var olanı sevgiyle kucaklayan bir Jen toplumu oluşturmak üzere oluşturulmuştur. Mozi, Konfüçyüsçü gelenekten gelmesine rağmen Konfüçyüsçülüğü eleştirmesiyle ün kazanmıştır. Mozi’ye göre Konfüçyüsçü mantığın temel ilkelerinden olan Adların Düzenlenmesi ve ahlaksallık gereksiz ve faydasızdır. Ona göre, geleneksel ekolün bekası adına dayatılan Konfüçyüsçü ahlak ve inanç anlayışları, insanın doğasına ters olmakla beraber insan zihni ve karakteri, hiçbir şekilde gelenek tarafından şekillenemez. Mozi’ye göre insanı şekillendiren en önemli kavram “pratik ihtiyaç” olmaktadır. Bu görüşe oldukça paralel olarak uygulamalı etiği, yaklaşımları ve düşünsel süreçleri ön plana çıkaran Mozi, tamamen Amerikan toplumunun bir ürünü olarak görülen pragmatik ekolün, Amerika’dan yüzyıllarca önceki temsilcisi olmuştur.
Mozi, Antik Yunan’da kurulacak olan sistemleşmiş bir mantık ekolüne benzer bir mantık sistemini kurmaya Konfüçyüs’ten daha çok yaklaşmıştır. Çünkü Mozi mantığı, tümelleri, geçerli rasyonel çıkarımları, kavramları, bunların diyalektiğini ve ampirik uygulamaları içermektedir. Mozi, en başta belirttiğimiz “herkesi kucaklama” ilkesine bir araç olması maksadıyla kendi oluşturduğu mantık ekolünü kullanmıştır. Mozi’nin ölümünden sonra ortalama Aristo ile aynı dönemle farklı coğrafyada ortaya çıkan Yeni Moistler, bir mantık sistemi kurma doğrultusunda önemli adımlar atmış, “bilimsel mantık” adını verdiğimiz, temeli Avrupa’da modern dönemde atılan mantık yaklaşımlarının da ilkel birer öncüsü olmuşlar, psikolojik, epistemolojik ve metafiziksel birçok açıklama ile bu disiplinlerde özgün fikirler üretmişlerdir. Bu açıdan Mozi ve ardılları, Aristo Öncesi ve Aristo Dönemi mantık çalışmaları ve felsefe tarihi literatüründe önemli bir yere sahiptirler.
Moistler hakkında anlatılabilecek birçok detay olmasına rağmen bu çalışmaları sonraki yazılara bırakıyor, Eski Çin mantığını ele aldığım bu bölümü bitirip kısaca Buda felsefesi ve mantığına değinmek istiyorum.

Buda Mantığı

Budizm, önemli Hint felsefe ekollerinden biridir. Nihaî amaç olarak insanın yaşamının ıstıraplardan, acı ve kederlerden uzaklaşmasını ve insanları kurtarmayı (Nirvana’ya ulaşmayı) belirlemiştir32. Budizm öğretileri, nihaî amaca ulaşmaya yönelik meditasyona, reenkarnasyona ve karma adı verilen neden-sonuç zincirine başvurur. Aslında Sanskritçe kelime anlamı olarak Buda (Buddha) aydınlanmış, ermiş, bilinçlenmiş gibi anlamlara gelen geçmiş zamanla çekimlenmiş bir sıfattır. Bu sıfatı, Budizmin kurucu olan Sidarta Gotama hem kendisi için hem de Budist süreçleri yaşayan ve bu sıfatı hak edebilecek herkes için kullanmıştır.
Sidarta Gotama’nın yaşamı hayli ilginçtir. Konfüçyüs ile hemen hemen aynı dönemde yaşayan ve bir prens olarak soylu bir ailede dünyaya gelen Sidarta, gençlik yıllarını bolluk, refah ve zenginlik içerisinde hiçbir sıkıntı çekmeden, zevk içerisinde geçirmiştir. Olgunluk yıllarında ise geçmişte yaşadığı zevkli anıları ve kendisine göre oldukça boş geçen yılları anımsamış, insanlığın acılarını hissederek ve bundan üzüntü duyarak hayatın ve ölümün amacını araştırmaya koyulmuştur. Bu amaçla ülkesi Hindistan’ı bir ucundan diğer ucuna gezmiş, çok farklı insanlarla tanışıp onlarla felsefî sohbetler etmiştir. Nihayetinde mistik-psişik bir tecrübeyle kendisini aydınlaşmış olarak hissetmiş Buda sıfatını almıştır. İnsan için en doğru olanın aşırılıklar arasından orta yolu, yani itidali seçmek olduğuna hükmederek insanlara acı ve kaos dönemlerinde barışı, sükûneti, sakinliği ve acılardan uzak durmayı nasihat etmiştir. Bunun gerçekleşmesi için de bireysel varlığın, dünyeviliğin, sahte arzuların ve şehvetin dizginlenmesi gereklidir33.  Yöntem olarak da yogaya ve meditasyona önem vermiştir.
Temel yaklaşımları bu şekilde olan Budizm, kurulduğu Hindistan’la sınırlı kalmayıp civar bölgelere de yayıldığından o bölgelerin felsefî ekollerinden etkilenmiş ve onları etkilemiştir. Durum böyle olunca tek tip Budizm’den ya da tek Budizm felsefesi-mantığından bahsetmek olanaksız olmuştur. Ancak yine de hemen her Budist mezhebi ya da öğretisinde belli ortak noktalar söz konusudur. Budizm’i ve Budist mantığı bu ortak noktalardan ele almak daha doğru olur. En başta, monoteistik bir nitelik taşımayan Budizm, bu yönüyle üç büyük semavî dinlerdeki tek tanrı inancını barındırmaz. Kadir-i Mutlak (İşvara) bir Tanrı anlayışı ve ona bağlı tüm ritüeller, ibadetler, inanışların yer almadığı Budizm’de kişinin kendi süreçleri, söz konusu tanrı veya tanrıların, hatta ruhların varlığından, etkilerinden ve özelliklerinden daha mühimdir. Bu özelliğinden ötürü Brahmanizm ve Hinduizm’den ayrılır. Buna paralel olarak monoteistik dinlerin adeta ortak özelliği olan ahiret inancı, Çin Mantığı kısmında ele aldığımız ve Çin’de olduğunu iddia ettiğimiz görüşle benzer şekilde Budist felsefede yer almayıp dünyevî süreçlerin ve dünya hayatının (insan ve doğa yaşamının) iyileştirilmesi söz konusudur. Budizm’de ahiret inancı yerine reenkarnasyon fikri hâkimdir.
Gotama Buda döneminde Hindistan’da oldukça etkili olan Kast Sistemi, Budizm’in var olmasıyla birlikte yavaş yavaş etkisini yitirmiştir. Kast sisteminin, insanları kemikleşmiş bir sistemle birbirinden ayıran, onlara değer biçen ve onları sınıflandıran yapısı Budist mantık ile taban tabana zıt olduğundan Budizm’in yaygınlaşması, Kast sisteminin özellikle üst sınıflarını oluşturan Brahmanlar ve Kşatriyaların işlerine gelmemiş, zaten belli bir süreç zarfında kast sistemi temelinden sarsılmıştır. Südreler ve nispeten Varsiyalar arasında büyük bir hızla yayılan Budizm, bu hızı eşitlikçi ve hoşgörülü dünya görüşüne borçlu olmakla birlikte kişisel süreçleri, aydınlanmayı ve insana yepyeni bir perspektif sağlaması bakımından da aydınlar tarafından oldukça ilgi görmüş, nitekim birçok coğrafyaya yayılarak bu özelliğini koruyup günümüze dek gelmiştir.
Bu özelliklerden faydalanarak, şimdi Budist felsefedeki mantıksal noktalara girebiliriz. Gotama Buda döneminde çok ciddi bir mantıksal ilerleme görülmemekle beraber, Batı’da Aristo’nun ün kazandığı dönemlerden itibaren Doğu’da da Budist temelli Nagarjuna gibi bazı filozof ve mantıkçıların ön plana çıktığını görüyoruz. Konumuz itibariyle Aristo öncesi ilkel dönemi ele alırsak, Aristo ile hemen hemen aynı dönemde yaşamış olan Gotama Buda devrinde Budist felsefede mantığın ilkelerini görebilmek oldukça güçtür. Bu nedenle ilkel Budist mantığını, Aristo mantığı gibi belli bir disipline indirgenmiş, sistematik bir mantık kavrayışı şeklinde düşünemeyiz. Bu Budist mantığı, daha çok ilk olarak ortaya konulan Budizm ilkelerine, öğretilerine yardımcı bir aklî düşünce olarak var olmuş, bu yüzden Budizm prensiplerinden ayrılmamıştır.
    Başlangıçta mantık-zihin ilişkisini ele aldığım, sonra, ilk dönem, yani Aristo öncesi olarak adlandırdığımız dönemde Antik Yunan haricinde insanlık tarihinde söz sahibi olan önemli uygarlıkların ve felsefelerin barındırdığı mantık ve düşünce anlayışlarına göz gezdirdiğim bu yazıda, objektif, tarihsel ve olgusal bir yaklaşım kullanarak konuların özünü aktarmaya çalıştım. Bundan sonraki çalışma yine mantık tarihinden devam edecek, Antik Yunan'da “Aristo Öncesi Mantık” konusunu ele alacaktır.




KAYNAKÇA

1.      Gürel, A. Osman, Doğa Bilimleri Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, sy. 44-45
2.      Sağlam, Mehmet, Beynin Kimliği ve Becerileri, sy. 12
3.      Smith, Anthony, İnsan Beyni ve Yaşamı (Çeviren: Nejat Ebcioğlu), İnkılâp Kitabevi, İstanbul, sy. 19
4.      Britannica Illustrated Science Library Human Body I, Encyclopædia Britannica, Inc., 2008, sy. 86-87
5.      Çüçen, A. Kadir, Mantığın Kaynağı Problemi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi Prof. Dr. Necati Öner Armağanı Cilt: XL, sy. 83
6.      Çüçen, A. Kadir, Mantığın Kaynağı Problemi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi Prof. Dr. Necati Öner Armağanı Cilt: XL, sy. 84
7.      Çüçen, A. Kadir, Klâsik Mantık, Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2012, sy. 39
8.      Öner, Necati, Klâsik Mantık, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları No: 173, Ankara, Beşinci Baskı, 1986, sy. 6
9.      Köz, İsmail, Aristoteles Mantığı ile Felsefe-Bilim İlişkisi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları Cilt: XLIII, Sayı 2, sy. 358-359
10.  Öner, Necati, Tanzimat’tan Sonra Türkiye 'de İlim ve Mantık Anlayışı, Ankara, 1967, s. 85
11.  Özlem, Doğan, Mantık Klâsik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, Bütün Eserlerine Doğru-5, İnkılâp, İstanbul, 2004, sy. 58-59
12.  Özlem, Doğan, Mantık Klâsik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, Bütün Eserlerine Doğru-5, İnkılâp, İstanbul, 2004, sy. 59
13.  Özlem, Doğan, Mantık Klâsik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, Bütün Eserlerine Doğru-5, İnkılâp, İstanbul, 2004, sy. 346-347
14.  Türker, Habip, Husserl’de Psikolojizm Eleştirisi, Kaygı Felsefe Dergisi, Sayı: 16, 2011, sy. 76
15.  Öner, Necati, Mantığın Ana İlkeleri ve Bu İlkelerin Mantıkla Olan İlişkileri, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 1, sy. 302
16.  Ülken, Hilmi Ziya, Felsefeye Giriş Birinci Kısım (Tabiat İlimleri Felsefe ve Metodolojisi), Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, İkinci Baskı, sy. 54
17.  Benton, Michael J., The History of Life: A Very Short Introduction, Oxford University Press, New York, 2008, sy. 164
18.  Davis, James C., Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz İnsanın Hikâyesi (Çeviren: Barış Bıçakçı), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, sy. 5
19.  Yılmaz, A. Atalay, Dinler Tarihi, Alter Yayıncılık, Ankara, 2010, sy. 94
20.  Kimmerle, Heinz, Afrika’da Felsefe Afrika Felsefesi (Çeviren: Mustafa Tüzel), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1995, sy. 23-25
21.  Tanilli, Server, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası İnsanlık Tarihine Giriş, Cilt I: İlkçağ, Cem Yayınevi, Beşinci Basım, 1994, sy. 86
22.  Harmankaya, S., - Köroğlu, K., - Sivas, H., Eski Mezopotamya ve Mısır Tarihi, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No:2280, 2. Baskı, Eskişehir, 2013, sy. 129-135
23.  Korkmaz, Mehmet, Mitoloji Sözlüğü, Alter Yayıncılık, 2. Baskı, Ankara, 2012, sy. 613-344
24.  Harmankaya, S., - Köroğlu, K., - Sivas, H., Eski Mezopotamya ve Mısır Tarihi, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No:2280, 2. Baskı, Eskişehir, 2013, sy. 137-143
25.  Shaw, lan, Ancient Egypt: A Very Short Introduction, Oxford University Press, New York, 2004, sy. 139-144
26.  Kramer, S. Noah, Tarih Sümer’de Başlar Yazılı Tarihteki Otuz Dokuz İlk, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999, sy. 104-105
27.  Çığ, Muazzez İlmiye, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları, Muazzez İlmiye Çığ’ın Eserleri-1, İstanbul, 2005, sy. 35-48
28.  Yazgan, Erden Miray, Eski Çin Felsefesi ve Mantık Anlayışı, T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009, sy. 4-5
29.  Yazgan, Erden Miray, Eski Çin Felsefesi ve Mantık Anlayışı, T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009, sy. 99-100
30.  Konfüçyüs, Konuşmalar
31.  Konuyla ilgili detaylı bilgi için adı geçen yazarın The Development of Logical Method in Ancient China adlı eseri incelenebilir.
32.  Ruben, Walter, Eski Metinlere Göre Budizm, Okyanus Yayıncılık, İstanbul, 2000, sy. 8-9
33.  Cevizci, Ahmet, Thales’ten Baudrillard’a Felsefe Tarihi, Say Yayınları

Yararlanılan İnternet Kaynakları




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mantık Tarihi: Mantığa Yaklaşımlar ve Aristoteles Öncesi Mantık I

MANTIK TARİHİ MANTIĞA YAKLAŞIMLAR VE ARİSTOTELES ÖNCESİ MANTIK I Necdet Ersöz Bir entelektüel disiplin olarak mantığın orijinine dair soruşturmalarımızda ona dair ilk bulguların Antik Yunan’dan oldukça önceye gidebileceğini vurgulamıştım. Bu makâlede mantığın kökenini Antik Yunan filozofu Aristoteles’in tarihsel olarak öncesindeki birtakım düşünce ve düşünürlerde aramaya devam edeceğim. Mantığın felsefe , bilim , sanat ve teolojiden ayrı bir çalışma disiplini olarak ilk kez ne zaman düşünüldüğü ya da gerçekten de bu şekilde düşünülüp düşünülemeyeceği, başlı başına bir problemdir. Benim kanaatimce, eğer ki mantığı insan zihninin aklî süreçlerinin bir prodüksiyonuyla birlikte akıl yürütmelerimizin bir şekli olarak düşüneceksek, mantığı en azından dile getiriliş bakımından ilkin modern insanlara dek götürmemiz gerekebilecektir. Bugünün insanının beyni, her ne kadar aradan geçen birkaç yüz bin yılda hâsıl olmuş kültürel evrim prosesinin etkisi altında zihinsel olarak pek ço

"Kültür" Perspektifleri: "Kültür" Sözcüğünün Etimolojik, Tarihsel, Semantik ve Felsefî Açıdan İncelenmesi

“KÜLTÜR” PERSPEKTİFLERİ “Kültür” Sözcüğünün Etimolojik, Tarihsel, Semantik ve Felsefî Açıdan İncelenmesi Necdet Ersöz Geçtiğimiz yazıda kültür felsefesinin temel kavramlarına ve ayrım noktalarına göz gezdirmiş, tarihine bir giriş yapmış, kültüre dair ortaya konan dört kuram ailesinden kısaca söz etmiştim. Bu yazıda salt “kültür” kavramının ne olduğu üzerine detaylı bir inceleme yapmak istiyorum. Kültür ’ü terminolojik, etimolojik, tarihî, felsefî ve toplumsal yönlerden anlatacağım. Bununla birlikte, kültürle beraber kullanılan bazı sosyolojik ve psikolojik terimlerden de bahsedeceğim. Kültür, hepimizin sık sık, farklı ortamlarda farklı kavramları detaylandırmakta kullandığı, anlam çerçevesi oldukça geniş bir sözcüktür. Bu nedenle, kullanıldığı yere bağlı olarak çok farklı şekillerde tanımlanabildiği görülmektedir. Türkçede kullandığımız “kültür” kelimesi, dilimize Latince “colere” fiilinden türetilerek girmiştir. 1 Colere , işlemek, yetiştirmek, inşa etmek, özen gös

Meta-Felsefe Nedir? Tanımı, Konusu ve Genel Yaklaşımlar

Meta-Felsefe Nedir? Tanımı, Konusu ve Genel Yaklaşımlar Metafelsefe (meta-felsefe), sözcüğün doğrudan çevirisiyle felsefeötesi , felsefeyi çeşitli disiplinlere ayırmadan genel olarak felsefenin ne olduğunu, yöntemlerini, ilkelerini sorgulayan; felsefeye dair neyi nasıl bilebileceğimizi, sınırlarımızın ne olduğunu ortaya koyan, doğrudan felsefenin kendisine yönelik bir araştırma sürecidir. Bu nitelikleriyle beraber, bizzat felsefenin kendi işleyişini, felsefenin kendi doğasını refleksif açıdan ele aldığından, felsefenin felsefesi olarak da adlandırılır 1 . Metafelsefenin bu özellikleri çerçevesinde sorduğu en temel soru, “Felsefe Nedir?” sorusudur. Metafelsefenin tanımı, bu nedenle oldukça geniş ve sınırları tam olarak çizilemeyen yaklaşımların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Felsefenin bir özelliği sayılan refleksivite , metafelsefe çalışmaları esnasında belirginleşmektedir. Bu açıdan metafelsefe, esasında felsefenin diğer tüm disiplinlerinden ayrı bir vaziyette, kemikl